Wednesday, July 31, 2013

Müzikli Çarşambalar: Olgun Şimşek

Biliyorum vakit yaz anca Gülşen filan dinlenir ama benim ruh halimi de bu aralar Olgun Şimşek çok güzel anlatıyor be sevgili okur! Siz bilmezsiniz ben sırf Olgun Şimşek türkü söyleyecek diye kaçırmadan izlerdim bu Kapalıçarşı'yı, yahu adam ne içten ne yanık söylüyor, türkücüyüm diyene taş çıkartır. Hele bu üflediler söndüm nasıl bir şeydir yarabbi, dinle dinle yetmez insana...

Thursday, April 25, 2013

Benim Sokak Kedim Bob/My Street Cat Named Bob

Edit: We lost Bob a week after I wrote this too, nothing to say much except life is not fair and nice and sunny sometimes. RIP beautiful love :(

Güncelleme: Bu yazıyı yazdıktan 1 hafta sonra Bob'u da Leo'yla aynı nedenden kaybettik. Renkleri, hastalıkları aynıydı, kaderleri de aynı oldu maalesef, geriye bir fotoğrafları kaldı...

I will tell you a different street cat named Bob today, my dirty street cat named Bob. He arrived at our door steps about a week ago, he has a sick appereance, although he didn't have any visible injuries or alikes. The weird part was that from the moment he arrived, he showed such a peculiar fondness to both me and my mother, like hugginh my mother's legs. Of course this fondness was soon awarded with lots of food and fresh water.

Çok satanlar listesindeki Bob'un hikayesi değil ama size benim kirloş Bob'umun hikayesini anlatacağım bugün. Bir hafta kadar önce bizim apartmanın önünde peydah oldu Bob, hali tavrı hasta gibiydi ama görünürde pek bir şey yoktu. Bir de ilk geldiği günden itibaren bana da anneme de bir yakınlık içerisindeydi. Tabii bu yakın hisler hemen su ve mama ile de ödüllendirildi.

Sokak kedisi Bob

I guess it was the second day that this Bob dude first hugged my mom's legs (I know it's a dog's move, not a cat's, right?) and then sneaked into our building. The next day, he did the same trick to me and he ran to our door faster than me and began to beg to get inside. He was acting like it was his house and it was simply natural for him to be there. And I have absolutely no idea how the heck did he know which one was our door. Since Leo's demise (which, yes, I didn't tell you about - which happened all of a sudden in January) I'm such a cry baby about cats (and dogs, and birds, and everything really), so we took him home, gave him Leona's food (Leona: the black ball of cuteness below). He ate a little bit of food and just jumped onto my mom's lap, just like it's his natural spot. His air of naturalness and of belonging there was really started to get me (confused, touched, mesmerised.... you name it I had it!). He didn't pay any attention to Leona at all by the way which is weird for a stranger cat coming to an unknown house (right?).

Sanırım ikinci gün, bu Bob bey sabah annem işe giderken onun ayaklarına sarılmış, sonra da ayaklarının arasından apartmana dalmış. Ertesi gün de bana aynı şeyi yaptı, girdi apartmana benden önce koşa koşa bizim dairenin önüne gidip beni eve alın diye bağırmaya başladı. Hani sanırsınız evin kedisi gezmiş dönmüş. Bizim dairenin hangisi olduğunu nereden bildi akıl sır ermez. Ben tabii kediler konusunda yumuşak kalpli sulu göz bir insanım (size söylemedim blog okuyucularım ama Ocak ayında Leo'yu kaybettik, o zamandan beri bende haller hal değil) aldık eve, mama verdik. Mamayı biraz yedi, hop annemin kucağına, oradan bana. Evdeki Leona'ya (o da fotoğraftaki siyah kedi) hiç taktığı yok. Hala üzerinde kendi evine dönmüş havaları.


As you can already guess, his ways caused my water canals to open and not close for days and I cried and cried babbling stuff like "look mom, Leo came back". But, mom and Leona weren't such cry babies (especially Leona who I suspect has no heart at all :P) and clearly stated their side, so after a couple of hours  I put some food and water and took Bob out.

Tabii bu halleri bende muslukların açılıp günlerce kapanmamasına vesile oldu, Leo geldi diye ağlayıp duruyorum. Annem ve Leona benim kadar sulu gözlü çıkmayıp tavırlarını net olarak ortaya koydular, sonuçta Bob birkaç saat evde kaldı, annem sonra yine alırız dedi, mamayla kandırıp indirdik aşağı.

While I was petting Bob, I saw some scars on his lips, so the following day I took him to the vet. And what I learned at the vet caused the water canals to live the biggesrt flood of the year and the local tribe to recite for water gods to stop the flood: Bob obviously had some gum infection just like Leo and all his teeth were extracted from his mouth. This of course explained his ill-like appearance and his thinness. The cat is a tawny so was Leo, both are males, their ages were more or less the same, they even have the same illness....

Bob'u severken sanki dudağı yarılmış gibi gelmişti, ertesi gün veterine götürdüm. Veterinerin söylediği de bendeki gözyaşlarının muson yağmurlarına dönmesine ve mevsim normallerinin çok üstüne çıkmasına neden oldu. Bob üç yaşlarında kısır bir erkek kedi ve tüm dişleri tahminen diş eti enfeksiyonu yüzünden çekilmiş, yani hayvanın ağzında hiç diş yok (Leo'da da aynı hastalık vardı, hatta onun da dişleri çekilsin mi diye konuşmuştuk veterinerle bir ara). Kedi Leo gibi sarman, erkek, yaşı tutuyor, hastalığı bile aynı artık bu kadar da olmaz diyerek döndük eve.


It cannot be reincarnation as Bob needs to be a baby then, was it a trick of gods, I couldn't tell, but it shook me awfully and I felt as bad as the first days of loosing Leo. And Bob had (and still has) some manners, some air, I don't know how to say it, something that almost made me believe that he was in fact our cat all along. He lays in our door steps all day, even when I just look out at the window he hears it and looks up. The way he looks at me makes me want to cry every time... (I know, such a manipulator, right?)

Reenkarnasyon desem değil, kader mi desem, tanrıların oyunu mu, ne desem bilemedim, ama çok sarsıldım, Leo'nun öldüğü zamana geri döndüm sanki. Hayvanda da öyle bir haller var ki, sanki sahipleri bizmişiz de bizim haberimiz yokmuş. Bütün gün kapıda yatıyor, camdan baksam nereden hissediyorsa kafayı kaldırıp cama bakıyor. Gözümün içine bir bakışı var, yüreğim parçalanıyor.


Unfortunately Bob is still on the streets but he and Leona get along better together and we take him to the house every day for a couple of hours. I want to adopt him (like soooo bad), but as mom is the boss at the house, I cannot do more than that right now. He seems better, is more alive, he strolls around the neighbourhood and even has some friends on the street. The rest is up to him and his ability to make Leona and my mom to fall in love with him.

Bob şimdilik sokakta, Leona'yla birbirlerine biraz daha alıştılar, en azından Leona ona hırlayıp durmuyor. Her gün 3-4 saat Bob'u eve alıyoruz besleyip seviyoruz, sonra yine dışarı. Onu dışarı atmak bana her defasında koyuyor ama evde annenin sözü geçtiğinden yapacak bir şey yok. Şimdiden biraz canlandı, yüzündeki şiş indi, artık sokakta da daha çok dolanıyor, bütün gün uyumuyor, sesi soluğu çıkıyor. Gerisi Bob'a kalmış, hem Leona'yı hem annemi kendine aşık ederse durum değişebilir, ama benim elimden gelen bu.
İşte benim tuhaf sokak kedisi Bob hikayem de bu....

UPDATE: Two nights ago, Bob made his first move to spend the night at the house and slept for like 6 hours straight without even raising his head, so here is a photo of our situation at 2 a.m. in the morning:

SON HABERLER: İki gece önce, Bob geceyi bizim evde geçrimek için ilk kozunu oynadı ve yaklaşık altı saat boyunca gözünü bile açmadan uyudu. İşte Bob'la Leona'nın birlikte ilk gecesinden bir görüntü:


Wednesday, March 27, 2013

Müzikli Çarşambalar: TSM

Müzikli Çarşambalar'da yine yeniden TSM rüzgarları esiyor (klişeye gel). Üç şarkıda da Melihat Gülses olması tesadüf değil tabii ki, kendisine olan sevgim sonsuz :)




Saadettin Kaynak bestesi 'Enginde Yavaş Yavaş'ın benim için önemi büyük, şimdilik sürpriz kalsın ileride açık ederim elbet :)


Beste Neveser Kökdeş



Ve belki de günümüz TSM sanatçılarından en iyi iki ses birlikte. Bugün için sözleri biraz sübyancı gelebilse de Bimen Şen bestesi bu iki isimle tadından yenmez!

10 günde 30 kilo verme garantili mucize hap (?)

...dersem de inanmayın, yok öyle bir şey valla. Bir süredir kilo vermeye uğraşan, düşen kalkan bir insan olarak şunu kesin olarak söyleyebilirim ki, öyle kesin bir yöntem yok. Fakat facebook diyet bloglarına filan bakıyorum diye böyle reklamlara boğuyor beni, berisi 2 ayda 15 kilo vermiş, o da şu hapı içmiş 150 kilodan 50 kiloya düşmüş, yok Ebru Şallı 10 dakikada mükemmel cilde kavuşmuş. Bunları görmekten artık bıktım da bıktım. Yok yani ben mi aptalım diyet yapıyorum, egzersiz yapıyorum filan, bu kadar basit mi her şey yani. (Tabii ki değil!)


Sürekli o kadar meşgulüz ki hiçbir şeye vaktimiz yok. Kilo vermeyi de işte bir hapla hallediverelim mantık bu. Sonuç ise en iyi ihtimalle hayal kırıklı, hatta sağlığından olma, kalp krizi vs. vs. Kilo vermenin iki yolu var, ya boğazını tutup hareket edeceksin, ya da işte liposuction mideye kelepçe filan estetik bir operasyona gireceksin. Başka türlü mümkün değil yani. O 2 ayda 30 kilo verenin de olayı bu ikinci sınıfa giriyor kesin. Hal böyleyken neden kanıyor insanlar bu işlere de sağlıklarından oluyorlar, hem anlamıyor hem de çok üzülüyorum.

Facebook sağolsun yine aklıma 'Requiem for a Dream'i getirdi, özellikle de kilo vermek için speed bağımlısı olan anneyi. Biraz izleyelim de kulağımıza küpe olsun değil mi ama?





Ben kilo vericem diye nelerle boğuşuyorum bilmek isteyenleri buraya, daha da iyisi 3 ayda harbi harbi 15 kilo veren Aslı'mın sabrına, azmine sağlık demek isteyenleri de şuraya alabiliriz.



Tuesday, March 26, 2013

Paris, je t'aime

I have a lot of photos that I wanted to share on this blog, but somehow didn't. So, I said, "why not start with Paris!"
Blogumu ihmal etmenin bir yan etkisi olarak bilgisayarda paylaşmadığım bir sürü fotoğraf birikti. Bu eksikliği Paris'le başlayarak kapatmak istiyorum.

As I did my master's degree in Lille which is 1 hour away from Paris, I found the chance to visit it several times. But the best times I had in Paris was in February with my friends who came from Italy and in June with my mom. Especially the trip with mom was perfect, since instead of eating cheap sandwiches and walking on foot a lot, we did shop and wine and dine with her. Among all the things I love about Paris, here are my favorite places:

Malum yüksek lisansı Paris'in 1 saat uzağında yapınca, Paris'e gidip gidip geldim ben de fırsatları kaçırmadan. Ama asıl Şubat'ta İtalya'dan gelen arkadaşlarla yaptığım gezinti ve anneciğimle Haziran'da yaptığım az gezinti, çok kafe-restoranda oturma etkinliklerinden keyif aldım, malum hayat insanla güzel :) Paris'in benim için anlamları ise şunlar:

1. Notre-Dame de Paris

I confessed my love to Notre-Dame de Paris before in this post, for me it's the most beautiful building in Paris, and perhaps in the world. I have to go there every single time I visit Paris and every time I become mesmerized by its beauty. The last time I was there it was during a ceremony and my love for it became even stronger after it. Notre-Dame is really the most fascinating place for me.

Kendisini ne denli çok sevdiğimi daha önce şu yazımda anlatmıştım, benim için Paris'in, hatta dünyanın en güzel, en görkemli binasıdır Notre-Dame. Gider gider dururum, her gittiğimde ayrı bir severim. Bu gidişte bir de ayine rastgelince kendisine aşkım daha bir perçinlendi. Çok büyük aşk yaşıyoruz, çook...






2. Sacré-Coeur

Sacré-Coeur raises on the hills of Paris among old cobblestoned streets and small boutiques and for me it's the jewel of Paris. Maybe the Eiffel tower has the reputation, but Sacré-Coeur is the heart of Paris with its white embroidered façade and the gorgeous Paris view you can see from there. And oh the boutiques... They are all full of little marvels, but can easily leave you empty-handed.

Sacré-Coeur, Paris'in tepelerinde Montmartre'da küçük butikler ve arnavut kaldırımlı sokakların tepesinden yükselir ve bence Paris'in incisidir. Eiffel Kulesi'nin adı olsa da, Paris'in asıl simgesi olabilir, hatta olmalıdır. Her gittiğimde görmesem gözüm açık giderim, hele o Montmartre'daki butikler ölümcüldür, ayrıca cebinizi de boşaltabilir. En güzel Paris manzarası da buradan izlenir.







3. La Tour Eiffel

To tell you the truth I don't really love Eiffel, after all it's just a giant weird thing made of iron. I did take postcard-like photos there though (well, what to say I can be your typical tourist sometimes).

Açıkçası ben Eiffel'e çok bayılmıyorum, sonuçta demirden tuhaf bir şey, ama adettendir, kartpostallık birkaç fotoğraf çektim tabii yine de...







4. Père Lachaise

I wanted to go to the Père Lachaise cemetery for some time, so I took my friends there. The cemetery is enormous and filled with beautiful sculptures and mausoleums. The difference of Lachaise from other European cemeteries is the fact that almost every celebrity is buried there; Jim Morrison, Edith Piaf, Oscar Wilde, Chopin... You name it, they have it :) My favorite tomb is the kissing grave of Oscar Wilde with a beautiful winged sculpture where everyone leaves a little kiss. It is definitely a must-see if you ever go to Paris.

Père Lachaise mezarlığına gitmek daha önce nasip olmamıştı, bu eksikliği de arkadaşlarla olan gezide giderdim. Mezarlık başlı başına bir şehir gibi ve tüm büyük Avrupa mezarlıkları gibi görkemli yapılar ve nefis heykeller görebileceğiniz bir mekan. Bir de ünlü tayfasının %90'sı burada yatıyor, Edith Piaf mı istersiniz, Jim Morrison mı, Yılmaz Güney mi? Herkes burada valla. Favori mezarım ise (öyle bir şey olabilirse eğer) Oscar Wilde'ın herkesin birer öpücük bıraktığı mezarı. Yolunuz Paris'e düşerse uzak falan demeyin muhakkak gidin.


Jim Morrison

Oscar Wilde

Yılmaz Güney

Colette <3
Me leaving an awful scribble to Modigliani's grave
Modigliani'nin mezarına korkunç bir karalama bırakırken

6. Le reste

For me, Paris doesn't really mean Eiffel, Notre-Dame or Louvre, it means wine, food and shopping. I experienced two very different Paris, one with friends eating home-made sandwiches and going on foot everywhere and one with my mom going to fine restaurants and having lots of coffee and crepes stops :)
Paris denince aslında ne Eiffel, ne Notre-Dame, Paris demek şarap demek, yemek demek, alışveriş demek. Arkadaşlarla ya da kendi başıma gidince sandviç yiyip hiçbir şey alamayarak gezdiğim Paris'i, anneyle gezmek bir başka oldu tabii. Yarım saatte bir bir kafede oturduk, şaraplar krepler mamalar yendi, alışverişler yapıldı :)

Jardin de Tuilleries

Place de la Concorde

An example of me shopping :)
Yapılan alışverişlere örnek







These last two photos of from where I stayed with my mom in Paris. For people who are looking for an affordable yet nice and clean place in Paris, I strongly recommend Namdemun. It's a hostel, but as you can see, it has a private room (or better a private cabin!), breakfast and dinner included in the price and wonderful hosts. And as a bonus, they have this cutie named Kuggle.

Burası annemle kaldığımız odanın kapısı. Paris'te uygun fiyata, böcekli, fareli olmayan yer isteyenler için (Paris'in otelleri malum), Namdemun'u öneririm. Aslında hostel ama özel odası (hatta şekilde görüldüğü gibi özel kulübesi) var, sabah-akşam yemek var, herkes çok güleryüzlü, çok tatlılar. Biz çok memnun kaldık. Bir de köpekleri Kuggle var, o hepsinden tatlıydı :)

Tuesday, March 19, 2013

Kozmetikte hayvanlar üzerinde deney sorunsalı


Not: Aşağıdaki yazı oldukça karışık bir yazı oldu, çünkü benim de kafam bayağı karışık. Bir gün bu konuda kafam daha rahat olursa, bu yazı da daha derli toplu olur elbet...

Hayvan üzerinde test/deney yapan kozmetik ürünleri bırakayım diye bir süredir diyorum kendime, ama arada kaçışlarım oldu, artık benim için tam bir karar verme zamanı, bundan sonra hayvan üzerinde deney yapan bir ürüne para vermiyorum! Size burada hayvan testleri için yapılan işkence fotoğraflarını göstermeyeceğim, internette zaten bolca varlar. Niyetim kendi aklımdakileri yazıya dökmek ve bana katılmak isteyen olursa onlara yol göstermek sadece...

Malum Avrupa 2009 yılında hayvanlar üzerinde denenen kozmetik ürünlerinin satışını yasakladıktan sonra geçen hafta bu ürünlerin ithal edilmesini de yasakladı. Bu çok sevindirici bir gelişme tabii ki, ama kozmetik firmalarının çoğu hậlậ Çin pazarında ürün satabilmek için hayvan üzerinde deney yapmaya devam ediyorlar. Yani sizin elinizdeki ürün hayvanlar üzerinde test edilmemiş oluyor, ama o şirket başka ürünlerde deneye devam ediyor, çünkü nedenini kesinlikle anlayamayacağım bir şekilde Çin hayvan üzerinde denenmeyen ürünlerin satışına izin vermiyor. Türkiye'de de tabii ki, bırakın hayvanı insanın da herhangi bir değeri olmadığı için bizde böyle bir yasak yok.

Şimdi bu noktada kafalar fena karışıyor. Hem testlerin işlevine, hem de etik noktalara yönelik aklımda sorular vardı, araştırdım şimdi size de anlatıyorum:

Soru 1: Hayvan üzerinde yapılmayan testler ne üstünde yapılıyor?

Burada yaygın görüş testlerin insanlar üzerinde yapıldığı olsa da bu doğru bir görüş değil. Zaman zaman insanlar üzerinde alerji testleri yapılabilse de, hayvan testlerine asıl alternatif yapay deri. Laboratuar ortamında üretilen deride yapılan testler, hem insan derisine daha yakın, hem hayvanlara zararı yok. Yani bazı insanların hayvanseverlere karşı saçmaladığı "hayvanı koruyon da, insana önem vermiyon" şeklinde zırvalamanın alemi yok.



Soru 2: Hayvan üzerinde test yapmadığını söyleyen, "hayvan dostu" (animal-friendly) ya da işkence karşıtı diye çevirebileceğimiz cruelty-free olduğunu iddia eden her firmaya güvenebilir miyiz?

İşte benim kafam bu konuda oldukça karışık. Bir kere bir ürünün üstünde tavşan logosu olması hiçbir anlama gelmiyor.
-Bu firmalar halihazırda Çin pazarındaysa bu onların hayvan dostu olmadığı anlamına geliyor.
-Firmaların sitelerinde ya da kataloglarında yazılan "hayvan üzerinde deney yapmıyoruz" lafı da çok geçerli değil, çünkü bu firmalar başka yerlere hayvan deneyleri yaptırıyor olabilir. Ayrıca ürünlerini hayvan üzerinde denemelerse de, ürün içeriklerinde kullandıkları malzemeler üzerinde deney yapıyor olabilirler. Bu konuda en iyi kaynaklar, peta'nın ve leapingbunny'nin sitesindeki listeler. (Ama bir ürünün peta listesine girebilmesi için içeriği ve testlerini peta'nın incelemesi gerek. Buna izin vermeyip cruelty-free olduğunu iddia eden, ya da peta'nın ne hayvanlar üzerinde test yapan, ne test yapmayan listesinde olmayan ama hayvan aktivistlerinin cruelty-free saydığı markalar var. Şimdi biz neye güveneceğiz, ne yapacağız belli değil.

Soru 3: Şirketlerin biz hayvan üzerinde asla deney yapmıyoruz lafına güvenebilir miyiz?

HAYIR! Üstelik araştırmalarım sırasında öğrendiğim hiç sevimli olmayan gerçekler de var. Misal yıllarca Peta'nın listesindeyken, Avon, Mary-Kay ve Estée Lauder'in cruelty-free diye kendi reklamını yapıp yıllardır hayvan üzerinde deney yaptırdığı ortaya çıktı geçenlerde. Yine ben dahil etrafımdaki çoğu kişi Oriflame'i hayvan üzerinde deney yapmayan bir firma sanırken, meğersem Oriflame Çin'e güzel güzel satış yapıyormuş. Sitelerine girdiğinizde şöyle bir laf var:

"Oriflame has a longstanding animal welfare policy: Oriflame has never tested products or ingredients on animals during product development - and never will. We made this choice when Oriflame was founded in 1967.
Oriflame continues to neither conduct nor request animal testing in order to substantiate the safety or efficacy of any of its products or ingredients at any stage during the product development process....
Oriflame must, however, abide by the laws of the countries in which it operates and some countries may require test data gained through animal testing. "
Yani işin Türkçe'si, Oriflame olarak hayvan üstünde deneye çok karşıyız, ama Çin pazarından da olacak değiliz. Bu durumda ne oluyor? Belki sizin elinizdeki ürün için bir hayvan zarar görmemiş ama verdiğiniz para hayvan üzerinde test yapan bir şirkete gidiyor. Bence bu gidip Maybelline vs. almaktan farklı bir şey değil.

Başka bir sorunsal da Body Shop, Burt's Bees gibi firmalarda karşımıza çıkıyor. Misal, hayvanlar üzerinde test yapılmasın diye imza toplayan Body Shop, meğerse L'Oréal'inmiş de benim haberim yokmuş. Kusura bakma Body Shop, senle büyük aşk yaşadım senelerce, fakat sen hayvan haklarına hassasiyetin varmış gibi görünürken L'Oréal'in bünyesinde girdiysen senle de ilişkiyi bitirme vakti geldi.



Soru 3: Ne süreceğiz şimdi biz yüzümüze?

İşte en önemli soru bu, hadi Maybelline'den L'Oréal'dan vazgeçelim de, alternatiflerimiz neler? Aslında çok fazla seçim şansımız yok. Peta'nın listesindeki ürünlerin çoğu Türkiye'de yok, olanlar da fena cep yakabiliyor. Alternatifler şunlar: Lush, Dr. Murad (daha çok kırışıklık karşıtı krem vs.leri var, onlar da bir araba parası), Urban Decay (far paleti 130 lira civarı), Inglot (Tekli far 30 lira civarı), Kiss My Face (dudak parlatıcı 25 lira),Burt's Bees (kendisi hayvan üzerinde test yapmıyor, ama ana şirket yapıyor), Body Shop (L'Oréal'in olduğunu unutmayalım!).
Body Shop'u es geçersek, biraz da paraya kıyarsak kozmetik işini Inglot'dan halledebiliriz. Benim o kadar param yok diyenlere benden seçenekler ise, Peta'nın sitesinde olmayan, ama birçok cruelty-free sitesinde adı geçen, bizde de Rossman ve Gratis'te satılan Essence. Ürünleri daha çok genç kızlar için gibi (hatta sitesinde Justin Bieber var o derece), ama çooook ucuzlar (4 liraya filan ruj var o derece), bir de internetten sipariş verebileceğiniz, yine ucuz ürünleri olan E.L.F. Ben ELF'ten sivilce için mineral pudra kullandım, hiç de fena değildi doğrusu.

Ama olay aslında ruj, rimelle de bitmiyor. Benim için en zor olay şampuan ve diş macunu olacak herhalde. Şampuan olarak LUSH'ın katı şampuanları uygun fiyatlı (ilk fırsatta alıp deneyeceğim), bakım kremleri filan olarak da aktarlardan bir şeyler alınabilir, diş macunu olarak da internette araştırırken gördüğüm Kiss My Face'in diş macununu bulabilirsem denemeyi düşünüyorum (internette 14 lira civarı). Bakalım bu konuda da tamamen cruelty-free ürünlerle yaşamayı becerebilecek miyim?

Daha fazla okumak isterim ben derseniz, internette araştırırken bir makyaj bloguna rast geldim, ona da bir göz atın derim: makyaj aynam

Monday, February 11, 2013

Cinema Mondays/Sinemalı Pazartesiler: Insidious

Insidious, a.k.a. the movie that scared the crap out of me. Normally, I don't get scared of horror movies, at best I got a bit tense, but this movie really knocked me out. I don't know if it's from the fact that I watched it alone at night or what. But the main deal for me was that the story was quite convincing (if you consider astral projection convincing, I do!). As I believe in astral projection, the movie made me say "why not", then the story deals with sleep and what you do after watching a movie at night, sleep! See what I mean?

Insidious, a.k.a hayatta en tırstığım film. Ben ki normalde korku filmlerinden korkmam, en çok kısa süreliğine biraz gerilirim, bu film beni mahvetti. Bunda gece tek başıma izlememin etkisi de var tabii. Ama asıl olay bence hikayenin mantıklı olması (yani bence mantıklı canım). Astral seyahate inanan biri olarak, film size "neden olmasın ki?" dedirtiyor, bir de olay uykuda geçince, uyu bakalım artık uyuyabiliyorsan....


I spent the whole night with insidious entities coming and going, all the dreams passed while I'm in bed and they were so realistic with my actual clothes, actual bedding etc. I can easily say that I spent the worst night ever! But now that I know the second movie is in order, will I go? Oh yes, absolutely! In fact, every horror enthusiast have a masochistic part inside, we love to get afraid, get tense, get creeped out. And I am no exception.

Bütün gece ruhlar geldi, bir de hepsi ben yatakta yatarken gerçekleşiyor rüyaların, üstüme giydiğim şeyler, yorgan morgan hepsi aynı, öyle sahici ki. Hayatımın en berbat gecesini geçirtti film bana. Ha, ama ikincisi çekiliyor, gidecek miyim? Of cors beybi, hayatta kaçırmam. Zaten korku filmi izleyicisinin mazoşist bir yanı var kesinlikle, korkmayı, ürkmeyi, gerilmeyi seviyor. Ben de bir istisna değilim bu konuda.


I screamed in this scene, and oh how aloud did I scream!
Bu sahnede bildiğiniz böğür böğür çığlık attım ya!

Why you may say, maybe it's to come out of my daily life, maybe to add a few adrenalin-filled hours to my life, I don't know really but I do like horror films more than I need to. In fact, the movie is a modern haunting/demon possession story, and has a bit of Exorcist and a bit of Poltergeist in it. It's well-paced, cleverly built and just beautiful to watch alongside being scary. I think this-one really shines among the not-so-bright horror films that imitates one another. Insidious is from the creators of Saw and Paranormal Activity which are both good franchises. I especially love the Paranormal Activity series, although the last one was a bit disappointing. It did a job many tried to imitate and has a very intriguing story alongside the creeping/scaring effects and stuff.

Neden derseniz, belki gündelik hayattan çıkıp kendini tamamen bir filme kaptırma, belki hayatına heyecan dozu yüksek saatler katmadır, bilmiyorum ama korku filmlerine bayılırım. Aslında, film modern bir hayalet/şeytan çıkarma hikayesi. İçinde biraz Exorcist, biraz da Poltergeist var. Ama aynı zamanda ritmi sağlam kurulmuş ve güzel çekilmiş bir film, yani izlediğinizde sadece korkmuyorsunuz. Bence bu film birbirini taklit eden vasat korku filmlerinin arasında ciddi olarak parlıyor. Insidious zaten Saw ve Paranormal Activity'nin yaratıcılarından çıkma, ki her ne kadar 4. filmi hayal kırıklığı yaşatsa da, Paranormal Activity, bir sürü filmde taklit edilmeye çalışılan çok başarılı bir iş yapıyor. Korkutmanın, germenin dışında arka hikayesi de çok ilginç ki, her filmde biraz biraz öğreniyoruz.



Insidious has a similar effect. The story starts with a family whose little son got into a coma. They soon learn that the boy got stuck in an astral universe and there are entities who try to capture his body. The thrill heightens with the dad's decision to go after his son. And the actual success of the film comes from the astral universe it creates with entities (some harmless, some "Insidious"-ones), the lighting and music got you immediately in the mood to get scared.

Insidious da benzer bir etki yaratıyor. Hikaye, birden komaya giren oğullarının üzüntüsünü yaşayan bir ailenin, çocuklarının astral yolculuk sırasında astral evrende hapis kaldığını ve onun vücuduna girmeye çalışan başka varlıklar olduğunu öğrenmeleriyle hızlanıyor. Baba, oğlunu getirmek için astral evrene gidiyor, olaylar olaylar filan. Filmin asıl başarısı ise yarattığı astral evren. Buradaki varlıklar (bazıları zararsız, bazıları da "Insidious") çok zekice, etkileyici ve korkutucu.



In fact, the movie is a modern haunting/demon possession story, and has a bit of Exorcist and a bit of Poltergeist in it. It's well-paced, cleverly built and just beautiful to watch alongside being scary. I think this-one really shines among the not-so-bright horror films that imitates one another.

If you don't believe me see it for yourself!/ Eğer inanmıyorsanız kendiniz izleyip karar verin!



 
I barely shook the shock of the first movie, when I saw the photos of the sequel. Scenarist Leight Whannell posted it on twitter and it sure seems interesting, though we don't yet know the story. What we know is there will be more entities and that the film is shot in the haunted house that Spider Baby was shot. I guess we'll see a "Insidious 10" soon, but watch it while they are still good. Oh, and the movie will be released on 30th August.

Ben daha ilk filmin şokunu yeni atlatmışken, ikinci filmin ilk kareleri internete düştü. Senarist Leight Whannell'ın twitter'dan yayınladığı fotoğraflara göre, yine bilinmez varlıklarla ve Spider Baby'deki hayaletli evle karşı karşıdayız. Yayınlanan karelerde konu daha pek anlaşılmıyor, ama ilginç bir film daha bizi bekliyor kesin! (Bundan da herhalde 5-10 film çıkar, ama kabak tadı verene kadar izleriz n'apalım!).  Filmin ise 30 Ağustos'ta vizyona girmesi bekleniyor.



See the lady in the back?/ Arkadaki kadını görüyor musunuz?

Sunday, February 10, 2013

L'Ecume des Jours- Gondry's new film

Michel Gondry stole my heart with Eternal Sunshine of the Spotless Mind, deepened our love story with Science of Sleep, made me laugh my ass out with Be Kind, Rewind, but then he made an awful mistake with Green Hornet and our love was over. His new movie though, Mood Indigo (L'Ecume des Jours) seems to rekindle our strong feelings for each other (I know you love me too chouchou!)

Eternal Sunshine of the Spotless Mind'la kalbimi çalan, The Science of Sleep'le kendisine sevgimin kat be kat arttığı, Be Kind Rewind'la eğlendiğim, ama sonra n'olduysa Green Hornet'la dibe vuran Michel'ciğim Gondry'ciğim yeni filmiyle kendini toparlamış gibi gözüküyor.




The movie is an adaptation of Froth on the Daydream (L'Ecume des Jours in French) from my most beloved author Boris Vian and it stars the 2 best looking Frenchies on earth Audrey Tatou (Amélie <3) and Romain Duris (who played the boyfriend of Tatou in Russian Dolls -Les Poupées Russes). The trailer is beyond belief and I cannot wait to see the movie. It seems like we'll be seeing the stop-motion/digital effect world of magic that Gondry masterfully created in Eternal Sunshine and Science of Sleep!

Taptığım yazar Boris Vian'ın Günlerin Köpüğü kitabından çektiği filmde, Fransa'nın en güzel iki insanı olan Audrey Tatou (Amélie'den kalma aşkım) ve Romain Duris oynuyor. Fragman muhteşem, filmi görmek için sabırsızlanıyorum. Gondry'nin stop-motion ve dijital efektlerle Eternal Sunshine ve Science of Sleep'de yarattığı büyülü dünyayla yeniden karşılaşacağız gibi gözüküyor.


The film will be released in April 21 in Europe and in the U.S.A.
Filmin Amerika/Avrupa'da vizyon tarihi 21 Nisan, umarım bizde de uzamadan vizyona girer.

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails